
Mutlaka okunması gereken 10 distopik roman
Distopik romanları seviyorsanız şu an tam yerindesiniz. Elbette sıraladığımız distopik romanlar arasında okuduklarınız da vardır ama şöyle bir göz atarsanız mutlaka okumanız gerekenlerden birini ya da bir kaçını atlamış olduğunuzu göreceksiniz.
O halde tekrar hatırlatalım! Distopik romanlar denildiğinde mutlaka okunması gerekenlerin ilk 10’nunda kimler var?
Distopik roman denilince akla ilk gelen elbette 1984 – George Orwell
Elbette distopik roman denilince ilk aklımıza gelen “1984” olacak. George Orwell tarafından kaleme alına 1984 asla eskimeyen bir efsane. İlk kez 1948 yılında baskısı yapılan eseri okuduğunuzda yazılışından onlarca yıl sonra bile güncelliğini bu kadar korumasına şaşıracaksınız. 20. yüzyılın en çarpıcı distopyalarından biri sayılmanın yanı sıra, tüm dünyada en çok okunan kitaplar arasında yer alan 1984’te gelecekte yaşanmasını muhtemel bulduğu bir kâbusu anlatır.
Herkesi ve yaptığı her şeyi izleyen Büyük Birader’in ülkenin her yanına asılmış olan posterleri ve delici bakışları, halkı her an izlendiklerine ve hiçbir çıkış yolu olmadığına ikna etmiştir. Orwell’ın en önemli başarısı 1984’te yarattığı Gerçek Bakanlığı, Düşünce Polisi, Büyük Birader gibi terimlerdir.
Eğer izlemediyseniz Orwell’ın başyapıtları arasında yer alan 1984’ten esinlenilerek yaratılan Netflix dizisi Black Mirror’u kitabı okuduktan sonra izlemenizi tavsiye ederiz. Bu deneyim okuduğunuz satırların canlanmış hallerini gözlerinizle görmek gibi…
Sineklerin Tanrısı – Wıllıam Goldıng
1911 doğumlu İngiliz yazar ve şair William Golding ‘in muhteşem eseri Sineklerin Tanrısı okuyanları büyüleyen kitaplar arasında. Zülfü Livaneli’nin Son Adası gibi Sineklerin Tanrısı’da bize kendimizi sorgulatması açısından tokat gibi çarpıyor.
Başlangıçta, ıssız bir adaya düşen çocukların serüvenlerini anlatan, küçükler için yazılmış bir öykü gibi görünen Sineklerin Tanrısı, karakterlerin iç dünyalarına gittikçe insanlığın zaaflarını ortaya koyan bir kült haline dönüşüyor. Gemileri battıktan sonra Pasifik Okyanusu’nda ıssız bir adaya sığınan üç İngiliz gencinin, Büyük Britanya uygarlığının oldukça başarılı bir küçük örneğini nasıl yeniden kurduklarını anlatan Sineklerin Tanrısı hem okuyucuda hem de edebiyat dünyasında çarpıcı bir iz bırakıyor.
Cesur Yeni Dünya – Aldous Huxley
Distopya tarzında yazılmış en önemli kitaplar arasında yer anan Cesur Yeni Dünya Aldous Huxley’in beşinci kitabı olmasına rağmen en çok bilineni belki de.
Huxley’in dünyasında insanlar doğal olmayan yöntemlerle test tüplerinde doğarlar ve yetiştirilmek yerine koşullandırılırlar. Ford adında bir adama ibadet eder ve onu bir tanrı olarak kabul eden insanların yaşadığı bu dünya hastalık, endişe ya da hüzün olmadığından görünüşte kusursuz bir dünyayı, yani ütopyayı canlandırır ama aslında gerçek bunun tam tersidir.
Cesur Yeni Dünya, bilim ve teknolojinin kullanımıyla totaliter bir hükümet tarafından yönetilen toplumun, distopik bir dünyada var olmaya çalışmasını anlatıyor.
Zaman Makinesi – H.G. Wells
Bilimkurgunun bu kült romanlarından biri olan Zaman Makinesinin hikâyesi, on dokuzuncu yüzyılın sonlarında İngiltere’deki bir bilim insanın akşam yemeğine çağırdığı konuklarına zaman makinesi olduğunu iddia ettiği bir aygıtı göstermesiyle başlıyor. Konukları ona inanmaz. Ancak bir hafta sonra tekrar evinde toplandıklarında bilim insanını bitkin bir halde bulurlar. Hikâyenin kahramanı zamanda yolcuğa çıkmıştır.
Geleceğe yolculuk edip, geleceğin ırkıyla tanışan adam bu sefer, 802701 yılında, bir zamanlar Londra’nın bulunduğu noktada tanık olduğu yaşamı anlatır konuklarına. Yeni Aden’in altındaki tünellerde yaşayan başka bir canlı türünün de varlığından bahseder. İlerde insanı nelerin beklediğine, bekleyebileceğine dair bu distopik romanı okurken, insanlığın geleceği için endişelenmekten kendinizi alamayacaksınız.
Otomatik Portakal – Anthony Burgess
Otomatik Portakal, karabasan gibi bir gelecek atmosferinde, geceleyin sokaklara dehşet saçan, yaşamları şiddet üzerine kurulu gençlerin hayatlarının ve özgür iradelerinin keskin dille sorgulandığı roman aynı zamanda bir kara mizah örneği. Yazarı Burgess, Otomatik Portakal’da, anti-kahramanı için ayrı bir dil de yaratır: “Nadsat”.
Kara mizahın deneysel dille buluştuğu distopik bir roman olan Otomatik Portakal daha sonraki yıllarda filme de uyarlanmıştır. Burgess, kitabının ismini seçme hikâyesini şöyle anlatır: “İngiliz argosunda bir deyiş vardır. Uqueer as a clockwork orange.” Bu deyiş, olabilecek en yüksek derecede gariplikleri barındıran kişi anlamına gelir. Bu çok sevdiğim lafı, yıllarca bir kitap başlığında kullanmayı düşünmüşümdür.”
Damızlık Kızın Öyküsü – Margaret Atwood
Kanadalı kadın yazar, şair ve feminist eleştirmen Margaret Atwood, 1985’te yayımlandığı Damızlık Kızın Öyküsü adlı romanında okurlarına distopyanın güçlü feminist bir okumasını sunuyor. Damızlık Kızın Öyküsü, içerisinde bulunduğu ve kadın haklarının yetersiz kaldığı bir dünyada yaşarken, başka türlü yaşanmış olabilecek bir tarihi sorguluyor.
Hiç verilmemiş olan değil tam tersine bir zaman sahip olunan hakların, kadınların ellerinden alınarak düzenin tersine döndüğü bir zamanda çıkacak sonucuna odaklanıyor. Atwood, kadınların okumasının yazmasının yasaklandığı totaliter Hıristiyan teokrasisinde, kadınların sadece damızlık birer makineye dönüştüğünün öyküsünü anlattığı bu romanda, toplumsal cinsiyetin en vahşi ayrımını gözlerimizin önüne seriyor.
Fahrenheıt 451 – Ray Bradbury
İlk kez 1953’te yayımlanan ve bütün dünyada hızla ün kazanan Fahrenheit 451, totaliter rejimlerin dehşetini, devlet sansürünün yıkıcılığını anlatan başyapıtlardan biridir. Romanın kahramanı Guy Montag, hayatındaki bütün yanlışların doğrularla yer değiştirmesinin ardından, işini, eşini, yaşayışını yeni bir gözle değerlendirmeye başlar.
Montag’ın önünü alamadığı duyguları onu, asla tahmin edemeyeceği şeyler yapmaya iter. Montag’ın hikâyesini okurken sansüre, totaliter yönetimlere ve günümüz kültür endüstrisine ilişkin keskin eleştiriyi fark etmemeniz olanaksızdır. Ancak Bradbury, romanı hakkında şöyle der: “Romanım hep yanlış yorumlandı. Fahrenheit 451 ne sansür ne de otoriter devlet üzerineydi. Romanım aslında televizyonun okumaya, özellikle de edebiyata ilgiyi nasıl yok ettiğini anlatıyordu.”
Açlık Oyunları – Suzanne Collıns
Açlık Oyunları, Ateşi Yakalamak, Alaycı Kuş isimleriyle üç dizilik kitap olarak yayımlanan seriyi 2012’de Gary Ross tarafından çekilen filmden tanıyor olmanız mümkün. Roma döneminin mirasını, günümüz toplumunun amansız yiyecek ve iktidar savaşına taşıyor. Roman, kıyamet sonrasında uzak ve belli olmayan bir gelecekte Kuzey Amerika’da kurulmuş bir yer olan Panem’de yaşayan 16 yaşındaki Katniss Everdeen’in ağzından anlatılıyor.
Hikâyede iki ayrı halk vardır. Biri gelişmiş bir şehir olan Capitol’de yaşayanlar, diğeri Panem’de yaşayanlar. Açlık Oyunları, her yıl ülkenin on iki mıntıkasından seçilen 12-18 yaş arası bir kız ve erkeğin tek kişi kalana kadar savaştığı ve Capitol halkı tarafından bir görsel şölen gibi sunulduğu bir televizyon programıdır.
Y – Cem Akaş
Cem Akaş’ın, geçtiğimiz yıl yayımlanan “Y” adındaki romanının konusu, dünya üzerinde Y kromozomunu taşıyan tek erkek olarak doğan Constantine üzerinden kurgulanan erkeksiz bir dünya oluşturuyor. İliada ve Arendi çiftinin evinin önüne bırakılan ve bu çiftin sahiplendiği bir bebek Constantine. Polise teslim edilirse üzerinde deneyler yapılacak, devlet ya da gizli güçlerce öldürülecek bir bebek.
Constantine’den önce dünyaya gelen son erkek bebek, 189 yıl önce İzlanda’da doğmuş. Eşcinseller de dâhil olmak üzere var olan erkeklerin tümü izleyen 47 yıl içinde ölmüş ya da öldürülmüş, Y kromozomu taşıyan ve o dönemlerde artık iyice zayıflamış spermlerin yumurta hücresini döllemesini engelleyen virüs saldırısı sonucunda Y kromozomu yeryüzünden silinmiş.
Dünya üzerinde, erkekliği kökü kurutulmasaydı bütün insanlığı yok edecek bir hastalık olarak gören ve “özgürlük, eşitlik, kızkardeşlik” anlamına gelen “Rektifikasyon Dönemi” başlamış. Psikologların görüşü ne olur bilmiyoruz ama biz Akaş’ın, bu romanda erkeklerin gizli korkusunu aktardığını düşünmeden edemiyoruz.
Körlük – José Saramago
Körlüğün bir salgın olduğunu düşünün! Ne kadar da ürkütücü değil mi? Adı bilinmeyen bir ülkenin adı bilinmeyen bir kentinde, normal bir günde arabasının direksiyonundaki bir adam trafik ışığının yeşile dönmesini bekleyen bir anda kör olur. Çok zaman geçmeden körlük salgını bütün kente, hatta bütün ülkeye yayılır. Ne yönetim kalır ülkede, ne de düzen; bütün körler karantinaya alınsa bile her yerde kaos, pislik, açlık ve zorbalık hüküm sürmeye başlar.
Yaşam durur. İnsanların tek çabası, ne pahasına olursa olsun hayatta kalmaktır.
Aralarında, bütün kentte gözleri gören tek kişi olan ve gruptakilere rehberlik eden bir kadının da olduğu biri çocuk yedi kişinin cehenneme dönen bu kentte, hayatta kalabilmek için verdiği mücadeleyi anlatan romanda Saramago müthiş bir gözlem gücüyle hepimizi sarsıyor.
Yazarın, beklenmedik bir felaketi yaşayan bir toplumun nasıl çökebileceğini, nasıl bencilleşebileceğini ve değer yargılarını kaybedebileceğini betimlediği bu kaotik dünya, insanın karanlık yüzünün simgesi haline geliyor. Ürkütücü bir gerçekliği olmasına rağmen olağanüstü bir şiirsellikle anlatılmış bu distopik roman Körlük, 1998 yılında Nobel Edebiyat ödülü alan Portekizli yazar José Saramago belki de en etkileyici yapıtı.