Büyülü tarih: Ayasofya hakkında bilmeniz gerekenler
Ayasofya, adının Yunanca anlamıyla “kutsal bilgelik”in en eski ve büyük mabedi… 1500 yılı aşkın zamandır ayakta kalmayı başarabilmiş, dünyanın en eski kilisesi… Bizanslıların dünyanın merkezi saydıkları yer işte tam burası! Hayalleri süsleyen bu büyük şehri fetheden kralların, padişahların, İstanbul’a gelen tarihçilerin ve gezginlerin görmek için sabırsızlandıkları büyük şaheser Ayasofya…
Bizans İmparatoru Justinianus (Jüstinyen), kendisinden önce gelen imparatorların yaptırdıkları kiliselerden çok daha görkemli bir kilise inşa ettirmeye karar verdiğinde, yer, hiç kuşkusuz Roma İmparatoru I. Constantinus (Büyük Kostantin)’in yapımını başlattığı ve bir isyan sırasında çıkan yangında yanan ilk kilisenin olduğu tarihi yarım adadır.
Tarih kokan Ayasofya
Yapıldığı dönemde dünyanın en büyük kilisesi olan ve bu unvanı 1520 yılında İspanya’da yapılan Sevilla Katedrali’nin inşaatı tamamlanana dek taşıyan Ayasofya, Bizans İmparatoru I. Justinianus (Jüstinyen) tarafından M.S 535-537 yılları arasında, İstanbul’un tarihi yarımadasındaki eski şehir merkezine inşa ettirilmiş görkemli bir yapıdır. Bizanslı tarihçilerin aktardıklarına göre ilk Ayasofya İstanbul’u Roma İmparatorluğu’nun başkenti ve Hıristiyanlığı resmi dini ilan eden I. Constantinus (Büyük Konstantin) tarafından başlatılır. Ancak tamamlanması II. Constantinus (II. Konstantin) dönemine denk gelir. İlk kilisenin çıkan isyanlar sırasında yakılıp yıkılmasından sonra, imparator II. Theodosius (Theodisus) bugünkü Ayasofya’nın bulunduğu yere ikinci bir kilisenin inşa edilmesi emrini verir. Fakat bu yapı da 532 yılında çıkan ve Nika İsyanı olarak bilinen isyan sırasında yakılacaktır.
İkinci Ayasofya’nın yıkılmasından birkaç gün sonra imparator I. Justinianus (Jüstinyen), öncekinden tümüyle farklı, daha büyük ve kendisinden önce gelen imparatorların yaptırdıkları kiliselerden çok daha görkemli bir kilise inşa ettirmeye karar verir ve bu işi yapmak için Milet’li fizikçi İsidoros ile Tralles’li matematikçi Anthemius’u görevlendirir.
Hayranlık uyandıran bütün büyük eserlerde olduğu gibi Ayasofya hakkında da pek çok efsane vardır. Efsane bu ya… Justinianus (Jüstinyen) inşa ettireceği kiliseye ilişkin hazırlanan taslakların hiç birini beğenmiştir. Bir gece mimarlardan İsidoros, taslak hazırlamaya çalışırken uyuyakalır. Sabah uyandığında Ayasofya’nın hazırlanmış bir planını önünde bulur. Bu plan tam da Justinianus’un istediği gibi bir kiliseyi tasvir eder. İmparator emreder ve Ayasofya’nın inşasına başlanır.
Ayasofya’nın yapımıyla ilgili diğer ilginç bir efsane ise şöyledir: Ayin sırasında İmparator Justinianus elindeki kutsal ekmeği düşürür. Eğilip alıncaya kadar bir arı ekmeği kapıp uçar. İmparator ülkedeki bütün arı sahiplerine haber salıp, bulana da ödül vaat ederek kovanlarda bu ekmeği aramalarını ister. Aradan birkaç gün geçtiğinde arıcılardan biri elinde diğerlerinden çok farklı bir petekle çıkagelir. Efsaneye göre bu petek Ayasofya şeklindedir. Justinianus kararını verir ve Ayasofya inşa edilir.
Bütün uygarlıkların bilgeliğinden birer parça barındıran Ayasofya…
Bizans dönemi mimarisinin ve sanatının en görkemli örneklerine sahip olan Ayasofya’nın yapımında Anadolu Uygarlığı, Mısır Medeniyeti ve Yunan Antik Şehir kalıntılarından getirilen sütunların, mermerlerin, başlıkların ve değerli taşların kullanılması, bu görkemli katedrali gezenlere, Ayasofya’nın adına yakışır biçimde bütün bu uygarlıkların bilgeliğini taşıdığının işaretini verir.
Kendinden önceki imparatorların inşa ettirdikleri mabetlerden çok daha görkemli bir yapı inşa edilmesi emrini veren Justinianus (Jüstinyen)’in, Ayasofya ile aşmak istediği eser, o güne kadar yapılan en büyük mabet olarak bilinen Kral Süleyman’ın Kudüs’te yaptırdığı Süleyman Tapınağı’dır.
Justinianus (Jüstinyen), Ayasofya’nın yapımı tamamlandığında 14 atın çektiği arabasıyla, o zaman Kram Kapısı’nın denilen büyük kapının önünde durduğunda, kendisinin de hayran kaldığı bu muhteşem eser için tevazu içinde: ”Tanrım, sana şükürler olsun ki böyle eşsiz bir eserin başarısını bana lütfettin, beni buna layık gördün” diyerek tanrısına şükreder. Ne var ki, Justinianus (Jüstinyen), açılış konuşmasını yaparken aynı tevazuyu göstermeyecek ve tarihe geçen o unutulmaz sözü sarf edecektir: “Ey Süleyman! Seni yendim”
Belki de Justinianus (Jüstinyen ) tevazu göstermemekte haklıdır. 1500 yıldır ayakta duran Ayasofya, dönem dönem çeşitli restorasyonlar geçirse de tam 983 yıl dünyanın en büyük mabedi olma unvanını taşımaya devam etmiştir.
Zamana meydan okuyan mimari deha…
Ayasofya, her şeyden önce boyutu ve mimari yapısıyla önem taşır. Kubbe geçişi ve taşıyıcı sistem özellikleriyle mimarlık tarihinde önemli bir dönüm noktası olarak ele alınır. Yedi bin metrekarelik ana mekâna sahip olan Ayasofya’nın kubbesi Roma’daki Panteon’un kubbesinden küçük olmakla birlikte Ayasofya’da uygulanan yarım kubbe, kemer ve tonozlardan oluşan karmaşık sistem, kubbenin çok daha geniş bir mekânı örtebilmesini sağlayarak, kubbeyi daha etkileyici kılmaktadır.
Taşıyıcı olarak beden duvarlarına oturtulmuş önceki yapıların kubbeleriyle kıyaslandığında, sadece dört payeye oturtulmuş bu denli büyük bir kubbe mimarlık tarihinde gerek teknik, gerekse estetik bakımdan bir devrim sayılmaktadır. Sütunlarla ayrılan orta bölümün yarısını örten ana kubbe, doğu ve batısına eklenen yarım kubbelerle çok geniş bir dikdörtgen biçimli iç mekân yaratacak şekilde öylesine genişletilmiştir ki, zeminden bakıldığında, gökyüzüne asılı gibi duran, tüm iç mekâna hâkim bir kubbe olarak algılanır.
Doğu ve batı açıklıklarını kapatan yarım kubbelerden de daha küçük yarım kubbeli oylum eklemelerine (oturulacak duvar oyuğu) geçiş yapılarak sistem tamamlanmıştır. Küçük kubbelerden başlayarak ana kubbe tacıyla tamamlanan bu kubbeler hiyerarşisi antik zamanlarda örneği görülmemiş bir mimari sistemdir. Yapının bir Roma mimari özelliği olan “bazilika planı” dâhice gizlenmiş durumdadır.
1453 yılında İstanbul’la birlikte Ayasofya da son Bizans İmparatoru Constantin Paleilogos’u uğurladıktan sonra, şehrin ilk Osmanlı Sultanı Fatih Sultan Mehmet’i karşılar. Ama Ayasofya’nın protokoldeki birinci sırası değişmez…
Üç büyük imparatorluğa ev sahipliği yapan İstanbul’da yer alan Ayasofya, en uzun süre ibadet edilen mabet olma özelliğine de sahiptir. Bizans mimarisinin başyapıtı olmakla birlikte, pagan, Ortodoks, Katolik, İslam etkilerinin sentez olduğu bir yapıdır. “Erişilmez bir sınırsızlığı” temsil eden kubbesiyle herkesi şaşırtıp büyüleyen Ayasofya, 916 yıl boyunca kilise, 481 yıl da cami olarak hem Hıristiyanlığın, hem de Müslümanlığın hizmetinde bulunur.
Latin işgali ve sonrasında yaşananlar
1204- 1261 yılları arasında yaşanan Latin işgali sırasında Haçlılarla bir olan ve İmparatoru tahttan indirmek isteyen senatörler, din adamları ve halk temsilcilerinden oluşan bir grup 25 Ocak 1204’te Ayasofya’da üç gün süren bir toplantı yaparlar. Sonunda IV. Aleksios ve babası tahttan indirilir. Venedik Cumhuriyeti’nin kör hükümdarı Dandolos komutasındaki Haçlılar İstanbul’u ele geçirdiklerinde Ayasofya’yı da yağmalar. Ayasofya’dan alınanlar arasında İsa’nın mezarı, haçı, çeşitli azizlerin kemikleri gibi kutsal emanetlerin, altın ve gümüşten yapılma değerli eşyaların bulunduğu ve kapılardaki altınların bile söküldüğü ve Ayasofya’ya ait pek çok kutsal eşyanı halen Venedik’te bulunduğu belirtilmektedir. İstanbul’u işgal eden Haçlılar ordusunda bulunan Robert de Clari, daha sonra yazdığı bir kitapta gördüklerini şöyle anlatacaktır: ”Bu mabedin bütün kapıların kilit ve sürgüleri som gümüştendi. Paha biçilemeyecek değerde olan mihrabın üzerinde on dört ayak uzunluğunda som altından bir ayin masası vardı ve bunun üzeri değerli taşlarla süslüydü. Mihrabın etrafındaki sütunlar da gümüştendi. Kilisedeki on kadar avizenin her biri insan kolundan kalın gümüş zincirlerle asılıydı…”
1261 yılında yeniden Bizans İmparatorluğu’nun eline geçen İstanbul, 1453 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilir. Artık Osmanlı dönemi başlamıştır. İlginçtir Ayasofya bir Hıristiyan kilisesi olmasına karşın hep Hıristiyanlar tarafından yağmalanmıştır. Osmanlı dönemi Ayasofya’nın hak ettiği değeri bulduğu dönemdir.
Ayasofya’da ilk cuma namazı
Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethettikten sonra, ilk cuma namazını Ayasofya’da kılmak için kilisenin camiye çevrilmesini emreder. Cuma günü geldiğinde Fatih Sultan Mehmet cemaate “Aranızda ikindi namazının sünnetini hiç kaçırmayan var mı?” diye sorar. “Eğer kaçırmayan varsa bütün cemaatin başına o geçecek ve imamlığı o yapacak” der. Fatih’in hocası Akşemsettin dâhil herkes başını yere eğer. Bunun üzerine Fatih Sultan Mehmet “Ben hayatımda hiç ikindi namazının farzını ya da sünnetini kaçırmadım” der ve Ayasofya’da kılınacak ilk cuma namazına başlamak için tekbir getirir ama hemen sonra durur ve sağına soluna selam vererek namazını bozar. Sonra tekrar tekbir getirir ve tekrar namazını bozar. Üçüncüsünde de tekbir getirdikten sonra ellerini bağlar ve ilk cuma namazını kıldırmaya başlar. Namaz bittikten sonra Fatih Sultan Mehmet’e namazı neden üç kere bozduğunu sorarlar. “İstedim ki, namaz sırasında bana ve bütün cemaate Kâbe görünsün, yani biz Kâbe’nin önünde namaz kılalım. Bu niyetle birinci tekbiri getirdim fakat Kâbe görünmedi. İkincisinde de tekbir getirdim Kâbe görünmedi. Fakat üçüncüsünde tekbir getirdim ve Kâbe gözümün önünde belirdi” diye yanıtlar Fatih.
Akşemsettin’in hadiseyi şöyle anlattığı rivayet edilir: “Padişahımız üç defa tekbir getirdi. Birinci tekbirde baktım ki, Ayasofya’nın yönü kıbleye bakmıyor. İçimden “İnşallah bir yanlış yapmayız” dedim. İkinci kez tekbir getirdi, tekrar namazı bozdu, namazı bozduğu için sevindim. Üçüncü tekbirde yine içimden, “İnşallah namazını bozar” dedim. Fakat o an bana manevi âlemde cemaatin en arka safı gösterildi. En arka safta, bir kişilik yerin eksik olduğunu gördüm. Bir an baktım ki Hızır Aleyhisselam, o bir kişilik yere doğru saf tutmak için gelirken terler direğe parmağını soktu ve Ayasofya’nın yönünü kıbleye doğru çevirdi. Ondan sonrada bir kişilik yerin eksik olduğu o safa geçti ve namaza durdu. Böylece padişah üçüncü kez tekbir getirdikten sonra Kâbe’yi tam karşısında gördü, bir daha selam vermedi.”
Ayasofya ve meşhur terler direk
Efsanelerde kimi zaman Hızır Aleyhisselam’ın kimi zaman Fatih Sultan Mehmet’in parmağını sokup kilisenin yönünü kıbleye çevirdiği terleyen direk, Hıristiyan dünyasında başka bir efsaneye konu olur. Yapımı esnasında içine bir meleğin girip orada saklandığına inananlar, melek dileklerini yerine getirsin diye, parmaklarını bu deliğe sokup hiç kaldırmadan 180 derece çevirdiklerinde, dileklerinin yerine getirileceğine inanırlar.
Ayasofya’daki meşhur ‘terler direk’ten kıble yönüne dönüldüğünde karşıda kalan sütunda iki karış boyunda bir mihrap şekli görülür. Ayasofya ile ilgili anlatılan onlarca efsaneden biri de Eyüp Sultan Hazretleri’nin burada ibadet ettiği yönündedir. Osmanlı döneminde Eyüp Sultan Hazretleri’nin ibadet ettiği bu yer bir şekilde tespit edilip, buraya sembolik mihrap yapıldığına inanılır. Çiniden yapıldığı tahmin edilen mihrap şuanda yerinde bulunmamakla birlikte duvardaki mihrap şekli gözle görülebilmektedir.
Bu görkemli mabede, ilerleyen yıllarda, Ayasofya’dan aldığı ilhamla Selimiye Cami’sine vücut bulduracak olan Mimar Sinan’ın da eli değmiştir. II. Selim ve Kanuni Sultan Süleyman döneminde Ayasofya’ya eklemeler yapan Koca Sinan, şu sözleri söyleyecektir:
“Ayasofya elbette ki çok ihtiyarlamıştı, yaptırdığım minareler ile kollarının arasına iki baston koymuş oldum, böylelikle Ayasofya kıyamete kadar baki kalacaktır.”
İlave edilen bölümler
Geçirdiği depremlerde zarar gören ve Latin İşgali sırasında yağmalanan Ayasofya, Fatih Sultan Mehmet ile birlikte yeniden kendini bulur. Kilise, camiye çevirilince resimlerden bazıları ve haçlar bozulmayacak şekilde badana ile örtülür. Diğer süslere ve melek resimlerine hiç dokunulmaz. Fatih’in emriyle onarılan ve eklemeler yapılan Ayasofya’ya, Fatih’ten sonra gelen padişahlar da aynı özeni gösterir. Cami olarak kullanıldığı dönemde yapının dışına farklı zamanlarda dört minare ilave edilir. Güneydoğudaki tuğla minareyi Fatih, arkasındaki ince minareyi oğlu II. Bayezid ekletmiştir. Tramvay yoluna bakan ve Ayasofya’ya en uyumlu iki kalın minarenin üstadı Mimar Sinan, emri veren II. Selim’dir. Mimar Sinan, II. Selim döneminde Ayasofya’nın dışına yaptığı istinat duvarlarıyla da yapının dayanıklılığını arttırarak, günümüze kadar gelmesini sağlar. Bu istinat yapılarıyla birlikte, Sinan ayrıca, kubbeyi taşıyan payeler ile yan duvarlar arasındaki boşlukları kemerlerle besleyerek kubbeyi iyice sağlamlaştırmıştır.
Bu muhteşem mimari eserin evinizin duvarını süslemesini isterseniz Desenlio Ayasofya konulu kanvas tabloya bir göz atmalısınız.
Veyahut Platin Ayasofya detaylı şık duvar saati ile bu ihtişamlı tarihi evinize taşıyabilirsiniz.
Kilise, camiye çevrildiğinde mihrap ve mermer işlemeli minber, hünkâr mahfili ve müezzin mahfilleri gibi birçok İslami öğe eklenir. Mihrabın iki yanını Budin’den getirtilen tunç kandiller süsler. Ancak bu ilaveler yapılırken yapının uyumuna dikkat edilmiş, mermer malzeme kullanılarak organik bağ devam ettirilmeye çalışılmıştır. Kubbedeki yazı ve heybetiyle hayranlık uyandıran büyük levhalar (Allah, Muhammed ve dört halife) ise 19. yüzyılın ünlü hattatı Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin ürünüdür.
Türk eserleri ile süslü Ayasofya
Caminin içini Türk eserleriyle en çok süsleyen hükümdarlardan bir diğeri de III. Murat’tır. Helenistik devirden kalma, her biri 1250 litre su alan iki büyük mermer küp, onun döneminde Bergama’dan getirilir. Bugün büyük kubbede asılı duran kandili ise III. Ahmet yaptırır.
Padişahlar arasında Ayasofya’yı Türk eserleriyle süsleyen hükümdarlardan biri de I. Mahmut’tur. I. Mahmut’un cami için duvarları en görkemli İznik ve Kütahya çinileri süslenmiş bir kütüphane yaptırır ve bütün kitaplarını buraya bağışlar. Bu kütüphanede 7 binden fazla el yazması ve basma kitap bulunmaktadır.
Kilisenin ilk mozaikleri 578 yılında tahtta olan II. Justin döneminde tamamlanabilmiştir. Kubbe pencerelerinden sızan ışıkların duvarlardaki mozaiklerde oluşturdukları ışık oyunları Ayasofya İstanbul’a gelen yabancılar üzerinde öylesine büyüleyici, derin bir etki bırakmıştır ki, Bizans döneminde yaşayanlar Ayasofya’yı “dünyada tek” olarak nitelemişlerdir.
İç yüzeyler tuğla üzerine çok renkli mermer, kırmızı ya da mor porfirler ve yapımında altın kullanılmış mozaiklerle kaplıdır. Bu, geniş payelerin kamufle olmasını da sağlayan bir yöntemdir.
Alt katta, yarım kubbe içerisinde yer alan “Meryem ve Çocuk İsa” mozaiği, altın yaldız ve gümüş ağırlıklı parçalardan oluşur. Bu mozaikte Meryem’in elbisesi lacivert cam mozaiklerle işlenmiştir. Meryem’in oturduğu taht, kıymetli mücevherlerle işlenmiş bir imparator tahtını anımsatır. Meryem ve Çocuk İsa’nın yüz güzelliği ise hayranlık uyandırır.
Alt katta görülmesi gereken bir diğer mozaik ise VI. Leon’un yaptırdığı ve İmparator Kapısı’nın üzerinde yer alan mozaiktir. Bu sahnede VI. Leon, secde ederek İsa’dan günahlarını affetmesini dilerken resmedilmiştir. Ayasofya’nın iç giriş bölümünün yan kapısında yer alan bir başka mozaikte kucağında İsa’yla oturan Meryem’e, İstanbul’a adını veren I. Konstantin, elinde tuttuğu kent maketini sunar. Diğer imparator ise Ayasofya’yı yaptıran I. Justinianus’tur. O da elindeki Ayasofya maketini Meryem ve İsa’ya uzatmaktadır. Ayasofya’nın üst katında güney galeride Deisis mozaiği ile imparatorluğun iki ailesine ait 11. yüzyıldan kalma mozaikler yer alır. Kuzey galeriyi ise 10. yüzyılda yapılmış olan İmparator Aleksandros’un mozaiği süsler.
Sultan Abdülmecit dönemi restorasyonları
Sultan Abdülmecit döneminde yapılan restorasyonlarda, İtalyan Fossati kardeşler tarafından üst kattaki galeri mozaiklerinin bir kısmı temizlenmiş, çok tahrip olanları ise sıvayla kaplanıp, altta kalan mozaik motifleri bu sıva üzerine resmedilmiştir. 9. yüzyılda Ayasofya’da ana kubbeye geçişi sağlayan dört pandantifin üzerine yapılan dört melek figürünün yüzleri, İstanbul’un fethinden sonra oval madeni bir yıldız motifi ile kanatları kapatılmayacak şekilde örtülmüştür. Buradaki melek figürleri Hıristiyan inancına göre cennetin kapı bekçisi ve Bizans tahtının koruyucusu olan Serafim ile Kerubin’e aittir. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın son onarım çalışmalarda, buradaki oval yıldız şeklindeki kapak kaldırılmış ve altından meleğin yüzü ortaya çıkartılmıştır.
Son restorasyon çalışmalarında bu melek yüzleriyle birlikte ortaya çıkan bir diğer eser vaftizhane avlusundaki vaftiz havuzudur. Vaftizhane, Sultan 1. Mustafa ve Sultan İbrahim’in gömülmesiyle vaftizhane vasfını kaybetmiş ve burası bir Osmanlı türbesi olmuştur. İçindeki vaftiz teknesi hiç bir zarar verilmeden avluya konulmuş, zamanla türbeden çıkarılan toprakların altında kalmıştır.
Ayasofya hakkında detaylı bir inceleme okumak isterseniz Sedat Bornovalı’nın Tarihin en uzun şiiri: Ayasofya adlı eserini okumanızı tavsiye ederiz.
İstanbul’un tarihi yapıları hakkında daha fazla okuma yapmak isterseniz “İstanbul’un tarihi kültür merkezleri” başlıklı yazımızı okuyabilirsiniz.